Pages

DÜŞ/MEK

29.09.2009

Farkında mısın;
İpin üzerinde bir cambaz gibi
Dengede durmaya çalışıyor
Bir gidip bir geliyor aşk...

Bırak aklından önce
Yüreğine düşsün...



Görsel: Deviantart

HAYAT, BEN VE 32.YAŞIM...

28.09.2009
Hayat tam orta yerinden kırıldım sana. Aklım bir yana düştü şimdi, yüreğim diğer yanda. Cebimde küstüklerim.

Kendi gözümün körü kendi sözümün yalancısı gibiyim. Nakaratı olmayan bir şarkı dilimde. Eksik yazılmış. Eksik bırakılmış. Kime söylesem anlamıyor. Ezberinde kalmıyor.

Hayat tam orta yerimden kırıldım sana. Ne sözünde durabildim bunca zaman. Ne de sözümü geçirebildim o umursamaz tavrına. İçimde söyleyemediklerim.

Bir dönmedolap gibi kah yukarıda, kah aşağıda geçip gidiyor günlerim. Üzerimde hep bir neye niyet neye kısmet halleri. Başı sonu belli olmayan yerlerinden yakalanıyorum ya çoğu zaman sana. Yırtık düşlerimin arasından hep gerçek sızıyor.

Hayat bilirim sağlaman yok senin. Bakma sen benim ağlayıp sızlanmalarıma. Alacağım yok hiçbir yürekten. Ben sevgimi kimseye borç niyetine vermedim. Ne yaparsam yapayım gözünün önünden ayırma sen beni. Aklımı yerinde tut. Elinde tut sen. Ben hep yaptığım gibi, yine yüreğimin sesindeyim. İzindeyim...

Bugün bir sayfayı daha çevirdim yüreğimden. Çevirip te ardımda bıraktım. 32. sayfadayım şimdi. Yazmaya kalem yeter mi? Görmeye göz, duymaya kulak, yaşamaya yürek değer mi bakalım. Değecek mi? Dolup da bitecek mi bu sayfada...Bitip de çevrilen diğer 31 sayfa gibi...

Hoş geldin 32 yaşım.Az önce kapıda giderken karşılaştığın 31 yıl evsahipliğimden pek hoşnut olmadı. Umarım sen memnun kalırsın. Buyur, şöyle baş köşeye oturmaz mısın?

*27 Eylül'e dair...



Görsel: Deviantart

MASAL

25.09.2009
Gece indi. Zifiri bir karanlık abandı şehrin üzerine. Tüm ağırlığıyla yüreğime. Saçlarımın rengine başka bir yaşamın kokusu bulaştı.

Bir yalanın ipleriyle örülmüş bu şehir. Bir yalanın iplikleri iğnelenmiş yüreğime. Söküldükçe tüm pislikleri çıkıyor gün yüzüne. Söküldükçe tüm yaşanmışlıklar gözlerime vuruyor. Söküle söküle “gerçek” bir sözün kalmıyor. Suskunluğun kaçışına yansıyor.

Haydarpaşa’dan kalkan son trene yetişiyorum nefes nefese. Bu şehir seninle uyuşmuyor artık. Adın bu şehre yakışmıyor. Bindirip de evine geri yolluyorum bu şehri yüreğimden. Koskoca bir boşluk kalıyor senden geriye. Sesim sokaklarda yankılanıyor. Yeni bir şehir kurmam lazım şimdi bu yürekte. Biliyorum.

Bir İstanbul masalı yaşadı gönlüm. İstanbul’u bir masal gibi yaşadı. Başka bir şehrin kahramanıydı özlenen. Yürekte beklenen. Masalların sonu güzel biter, bitmeli. Benim masalım sona ermedi ama. Bir kahramanın ayaklarına dolanıp kaldı. Bu kahraman benim masalıma yakışmadı.

İlişikteki hayat bana ait değildir. Ben hala rapunzelim. Kısa ve kızıl saçlı. Sözde kalan kahramanlıklara değil sadece yürekten yaşanan masallara inanırım...

Son...



Görsel: Deviantart

TANIMSIZ...

24.09.2009

Ölüm tanımı olmayan bir çiçeğin kokuları gibidir
Ve tanımı olmayan ölümlerle ölür insanlar...

TALİP IŞIK



Şairin dediği gibi oldu yine...
Ölüm üzerimizde, aklımızda
Ve en önemlisi yüreğimizde
Hiç gitmeyecek kokusunu bıraktı
Bir DOSTU aldı yanına ve gitti...

BAŞIMIZ SAĞOLSUN
MEKANI CENNET OLSUN...


Görsel: Deviantart

GEÇ KALMIŞ BİR ÖZÜR

23.09.2009
Bir insan geçmişine ait bir parçayı yok sayabilir mi? Yaşanmış bir zaman dilimi hiç yaşanmamışcasına silinebilir mi insanın belleğinden? Ve dünden bir parçası eksik olan biri bugünü tam olarak yaşayıp yarına varabilir mi?

Şu anda tam karşımda oturmuş bana bugününü anlatıyorken sen, ben gözlerim elindeki sigaranın dumanına aklımsa geçmişime takılı, belleğimdeki eksik kalan kısımları tamamlamaya çalışıyorum. Yaşandığı halde hatırlanmayan, yok sayılan zamanları...

Hatırlayıp da önüme sunduğun çoğu şey ne yazık ki yok belleğimde. Hiç yaşanmamışcasına silinip gitmiş. Ne kadar zorlasamda kendimi, büyük bir acının izleri dolaşıyor içimde sadece o günlere dair. Bir acının yüreğimi saklayıp, gözlerimi kör etmesi. Kabul edilmeyen bir zaman, hatırlanmak istenmeyen yüzler, gözardı edilen yaşanmışlıklar. Bu yüzden belki de hafızam bana o günlerden kör, sağır ve dilsiz...

Düşünüyorum da şimdi, bir yalanın uzantısına kurban edilmiş bir gerçektin aslında sen. Bilmediğin zamanların dışında bırakılan. Bilmediğin acıların habersiz takipçisi. Bir suskunluk zorunluluğu, söylenemeyenler, hep bir kırgınlık, bir erteleme, sonu getirilmemiş cümleler... Bilinçli değildi elbet, istenerek yapılmadı. Ama yanlıştı sonuçta. Bir haksızlığa karşı başka bir haksızlığı seçmekti benimkisi.

Çok zaman geçti üzerinden artık. Bıraktığımız yerde değiliz ikimizde. Zamanın derin izleri yansımış, yüzümüze, ellerimize, gözlerimize, yüreğimize...Ama geçen onca zamana, yol yorgunluğuna, hayal kırıklığına, birbirinden habersiz çekilen çektirilen acılara rağmen tüketilmemiş hayaller kalmış avuçlarımızda hala görüyorum. Ve seviniyorum bir yerinden yeniden yakalayabildik birbirimizin hayatını, yeniden bu hayatların bir parçası olabildik diye...

Şu anda tam karşımda oturmuş sana çok yakışan o gülüşünle geçmişin tozlu sayfaları arasında dolanıyorken sen, ve anıyorken yine o günleri, ben duyamayacağın bir fısıltıyla Tanrı’ya bir kez daha şükrediyorum; eskiye dair bir hayalkırıklığı olmama rağmen bir “gerçek” olarak bugününde tekrar yer almamı sağladığı için...

Bu sefer hiçbir yanlış, bir doğruyu (seni) götürmedi...


Görsel: Deviantart

AKLIMIN GİTMELERİ

18.09.2009
Hayat...

Bir kelimeyi söylesen diğerinde takılıp kalıyor dilin. Bir soruyu cevaplasan bir diğer soru beliriyor peşisıra. Bir düşten uyansan bir başkasına dalıyor aklın. Her yaşamın izinde bir başka yaşam gizli...

...

Aynı çıkmazlara açılıyor her seferinde kapın. Görmezden gelsen bile sen, bir kez daha göze alsan da sorgusuz sualsiz yaşamayı dudaklarının kenarında eğreti bir gülümseme, yine aynı noktaya varıyor adımların.Yaşam, yayılıp da taşarak yazgı olan bir karmaşaya dönüşüyor bir anda. Oysa biliyorsun. Sen ne kadar sussan da öznesi sen olan cümleler yazılmaya devam ediliyor. Sana uygun görülen yaşamlar var halihazırda. Hani diyor ya **hayat, birazda yalanlarla yetinme sanatıdır, diye bir kitapta...Hayat devam ediyor işte sana sormadan ve sen sadece kendine en uygun yalanı arıyorsun.

Aklının defterinde biriktiriyorsun dile dökemediğin her bir cümleyi. Ne varsa bir bir işleyip de belleğine kendi sığınağını yaratıyorsun kendi içinde. Zaman bir beşik gibi. Alıp da o sınırsız kollarına seni, sallayıp duruyor, uyutup bugününden kaçırıyor. Uyandığında gözlerini siyah beyaz bir geçmişe açıyorsun. Üzerinde bugününün kabullenemediğin izleri...Arada kalmışlığın, hep yarım kalan yaşanmışlığın, üzerinde yapışıp kalmış bir belirsizlik gölgesi...Düşün gerçeğe karıştığı bir zaman diliminde, kimliksiz bir geleceğe varmamak için sen, bugününden kaçıyorsun.

Hayat diyorsun, soranlara, iyi ama adil değil...Çocukluğuna kanıp da açıverdiğin bir kara kutu gibi. Biraz yalan, biraz gerçek. Kurallarını bir türlü öğrenemediğin bir oyun. Bir gün var, bir gün yok. Her eşikte bir acı daha katıyorsun kendine. Her acıda biraz daha büyüyorsun. Her büyümende biraz daha yalnız. Büyümenin yaşı yok öğreniyorsun. Yanıbaşında çocukluğunun masum izleri...Hiçbir şey göründüğü gibi değil, görmek istediğin gibidir aslında. Peki şöyle bir durup da düşünsen, sen ne kadar adilsin hayata karşı. Susuyorsun...

Ah küçüğüm ne farkeder ki hangi zaman, hangi yaşam, hangi mevsim, hangi saat...Her birimizin söylecek kelimeleri var birbirine, yaşamaktan, yaşatmaktan çok....Hem farkında mısın hep uzun cümleler yazılı ezberlerimizde. Oysa kısacık cümlelerde saklı, bitip tükeniveriyor bir çırpıda hayat...

*Sevgili Berfin, okur musun bilmem. Çok zaman geçti üzerinden. Ama senin yazdıklarının izleri ne aklımdan ne yüreğimden silinmedi. Verebileceğim cevabım yok. Olamaz da...Tek diyebileceğim yaşayıp, yaşatabileceğin kelimelerin olsun her zaman yüreğinde, aklında. Sözde kalmasın...

**Aslı Erdoğan

***İlk yayın tarihi: 02/09/08


Görsel: Deviantart

ALMAK MI ÇALMAK MI?

17.09.2009
İlk defa olmuyor bu ve eminim son da olmayacak. Ve eminim ki pek çoğunuzun başına gelmiştir de hatta belki de çoğunuz benim gibi ipin ucunu bırakmış, farkında bile değilsinizdir yazdıklarınızın başka bloglarda yayınlanmasına, forum sayfalarında yer almasına, toplu mail olarak dönüp dolaşmasına, hatta ve hatta cep telefonunda mesaj olarak kullanılmasına...

Birkaç kez başka sayfalarda yazılarıma denk geldiğimde teşekkür edip altlarına en azından ismimin yazılmasını rica ettim ve yapıldı da. Birkaç kez altında “alıntı” yazdığını gördüğüm ve yeterli bulduğum için ses etmedim. Bazılarına ise ne yorum bırakmak ne de uyarmak mümkün olmadı. Ama bugün Evren sayesinde gördüklerim ve devamında yapılanlar bu yazıyı istemeden ve hatta utanarak (asıl utanması gereken ben miyim bu da ayrı tabi) bu satırları yazdırdı bana.

Evet Evren dün akşam “bu yazılar sana ait değil mi” şeklinde bir blog sayfasına yönlendirdi beni. Ben bir iki yazı göreceğim sanırken bana ait pek çok yazının (en son Kasım 2008 tarihine kadar gidebildim) altında ismim veya alıntı olduğuna dair herhangi bir ibare olmadan, yazı isimlerinin yanısıra bazılarında içeriğin de değiştirilmiş (benim anneme yazdığım bir yazım babaya ithaf edilmiş mesela) olarak blogda yer aldığını gördüm. Yazılar yoruma kapalı olduğu gibi blogda kişiye ulaşabileceğim herhangi bir mail adresi de yoktu. Blog sahibinin ismine facebook’ta rastlayınca (hiç sevmediğim ve doğru dürüst kullanmadığım facebook bu sefer işime yaradı yani) oradan kendisine gerekli düzeltmeleri yapmasını rica eden bir mesaj yolladım ve ister istemez bir cevap bekledim. Cevap kısa bir süre sonra "bu blog sayfası sadece davetli okuyuculara açıktır” şeklinde bir uyarıyla geldi. İsmi yazılı olduğu için aynı kişiye ait olduğunu düşündüğüm bir başka blog sayfasında da yine bana ait bazı yazılara denk geldim ve henüz bu blog davetli hale gelmeden birkaç yorum bırakabildim.

Hiçbir şekilde yanlış anlaşılmak istemiyorum; sonuç olarak ben bir yazar ya da şair değilim, yazdıklarım da matah şeyler değil. Ama yazdıklarım bana ait, sadece benim kelimelerim. Başka sayfalarda beğenilip, yayınlanmaya değer görülmesi elbette ki çok hoş ve güzel birşey. Ama bahsi geçen blogların sahibi arkadaşın yaptığı gibi; Elif Şafak ve Can Yücel’e ait kelimeleri yayınlarken nasıl altlarına isimlerini yazıyorsa bende kendi kelimelerimin altında kendi ismimi, en azından “alıntı” olduğu ibaresini görmek isterim. Elif Şafak, Can Yücel değilim elbette olamam da ne haddime, ama en azından verdiğim emeğin karşılığı olarak bu kadar saygıyı da hak ettiğimi düşünmekteyim.

Dediğim gibi böyle bir yazıyı yazmak, blog linki vermek gibi bir isteğim ve düşüncem, yoktu. Ama yolladığım mesaja blogu davetli hale getirmek gibi bir cevap alınca, böylesi bir saygısızlık karşılığında yazmak istedim. Ne de olsa almak ve çalmak çok ama çok farklı şeyler öyle değil mi?

***ÖNEMLİ NOT: Yazıda bahsi geçen blogların adlarını sahibinden geç te olsa gelen özür ve düzeltme yapılacağı mailine istinaden -her ne kadar beni tatmin etmemiş olsa da- kaldırmış bulunmaktayım. Fakat yazımı sık yaşanan bu sorun konusunda hassasiyet gösterilmesi gerektiğini düşündüğüm için kaldırmıyorum.


Görsel: Deviantart

BAZEN...

16.09.2009
Bazen tek bir cümlede takılıp kalıyorsun; virgüle ihtiyaç görülmemiş, noktası çoktan konmuş tek bir cümle. Her kelime çekip gidiyor yanından, her sözcük başka başka anlamlarda başka hayatlarda yer buluyor. Gün geceye dönüyor kaç kez, iklim değişiyor. Bildiklerin bilmediklerine yenik, sen bir orada bir burada, ne kendine, ne hayata sığmayan kimlikler yaşıyorsun. İçinde birikmiş ama bir türlü kuramadığın cümleler. Hep devrik kalıyor başkalarına sığınmak...

Sonra birden; ben benim diyorsun, akıyorsun zamana. Zamanda ağır aksak yaşamaya çalışıyorsun. Hangi sen içinin sindiği, hangisi koca bir tuzak, hangi sen sana hiç olmadığı/n kadar uzak hiç düşünmeden...

Bazen tek bir cümleye takılıp kalıyor işte hayat. Tek bir gecenin sabahı bekleniyor halihazırda, tek bir dokunuş tendeki, yüzdeki tek bir gülüş, tek bir bakıştaki göz, tek bir dildeki söz...Zaman işte tam da orada donup kalıyor. Sözcüklerin kalmıyor yeni cümleler kurmaya...Suskunluğun kendi içine bile sığamıyorken ne kadar da zor duyuluyor başkalarının sözlerinde fısıldanmak...

Sonra birden; ben kimim diyorsun, soruyorsun zamana. Zamanda o kaybettiğin kendini arıyorsun. Hangisi gerçekti, hangisi sadece bir düş, hangisi yüreğinden, aklından telafisi olmayan bir düş/üş hiç anlamadan...

Bazen...
Geçip gidiyor da herşey
Sen sadece bekliyorsun.
Aslında kendini;
Sadece kendini beklediğinin farkında olmayarak...


Görsel: Deviantart

YORUM/SUZ

11.09.2009
Bugünlerde sadece yağmur değil, acı üzerine acı yağıyor üzerimize. Sel felaketi, şehitlerimizin haberi, ve Zonguldak’ta göçük altında hayatını kaybeden işçilerimiz...

Bugünlerde özellikle dünkü sel felaketi sonrası görüntülerin ardından o bildiğimiz ama dile getirmediğimiz sorular gün yüzüne çıkıyor hem de tüm birikmişliğiyle. En çok da tekrar sorgulamaya başladığımız insanlığımız...

Ve bugünlerde nereden alıp da kırmızı defterime yazdığımı hatırlamadığım, kime ait olduğunu bilmediğim şu satırlar dolanıyor aklımda, yüreğimde;

Ve bir kırmızı şeytan
Seyreyledi dünyanın halini
Güneşteki kızıl köşkünden
Ve sonra döndü ardına seslendi
Bak ey Tanrı, bak da
Gör bana üstün saydığın
İnsanoğlunun halini...

***İnsanlığı sorguladığımız bugünlerde uzağı yakın edip hala güzel yürekli insanların varlığına dair bana umut veren sevgili Belgin’e, IDEA’ya ve Ahmet’e çok ama çok teşekkürler...
Görsel: Deviantart

UTAN/MAK

10.09.2009
Dün sabah yaklaşık 5 saat süren çabalarıma rağmen işyerime varamadım ve yağmur altında küçük bir İstanbul turu yapmış olarak yarı yoldan eve dönmek durumunda kaldım. Şaşkın, sinirli ve öfkeliydim yaşadıklarıma ama sustum, içime attım. Ben eve varabildim varmasına da bu sefer İkitelli yollarında servis aracı içersinde bir süre mahsur kalan kızkardeşimde kaldı aklım. Şaşkınlığın, sinirin ve öfkenin yanına endişe, merak ve korku da eklendi. Annemin panik haline karşılık benim serinkanlı olmam gerek diye düşündüm; yine sustum ve yine içime attım. Derken eski ve yakın bir dostun babasının saçmasapan bir cinayete kurban gittiği, annesinin de yoğun bakımda olduğu haberini aldım. Varolan hislerime eklenen yenilerine bir ad koyamadım; tanımsız kaldım.

Bütün gün televizyonlarda yaşanan felaketle ilgili haberleri izledim, görüntüleri seyrettim. Kendi yaşadıklarımın koca bir hiç olduğunu kahrolarak fark ettim. Megakent İstanbul’un, Avrupa kültür başkentinin içler acısı halinin başımızdakiler tarafından “derenin intikamı”, “insanların suçu” olarak tanımlanmasını bu sefer şaşırmayarak dinledim. Derken insanlar can derdindeyken mal derdine düşen bazı kendini bilmezlerin “yağmalama” olaylarına, hatta bir vatandaşımızın “ne yapıyorsunuz” şeklinde kendisine uzatılan mikrofona yüzünde pis bir tebessümle ve ağzında eveleyip geveleyerek “insanlar oruç tutmazsa böyle olur” şeklindeki açıklamasına denk geldim. Ve sonra düşündüm kendi kendime içim acıyarak. Gerçekten bunların sorumlusu insanlar değil miydi aslında, biz değil miydik? Kaybettiğimiz zaman, mal ve en önemlisi canlar için hani sürekli kendi kendimize şikayet eden ama bir türlü ses çıkart/a/mayan, değiştirmek adına bir şey yapmayan, en azından çabalamayan ben, sen, o, bizler değil miydik biraz da...

Sizi bilmem ama ben kendi kendimden utandım...

KESİK

7.09.2009
Sımsıkı kapadığı avucunu açtı yavaşça
İncecik bir çizik ve üzerinde kan; kırmızı...
Kağıt kesiği, dedi soran bakışlarıma
Zamanla geçer...

Sımsıkı kapadığı içini açtı yavaşca
İncecik bir çizik ve üzerinde an; kırmızı...
Zaman kesiği, dedi soran bakışlarıma
Yaşadıkça geçer...

Sımsıkı kapadığı aklını açtı yavaşça
İncecik bir çizik ve üzerinde dil; kırmızı...
Söz kesiği, dedi soran bakışlarıma
Anladıkça geçer...

Sımsıkı kapadığı yüreğini açamadı bir türlü
Göremedim içindekileri
Aşk kesiği, dedi soran bakışlarıma
Zaman, yaşam, anlam eksik kaldı hep
Geçmek bilmedi...

*Bu yazı sevgili meltem'e...


Görsel: Deviantart

SEVİYORSAM...

4.09.2009
Nasılsa öyle yaşanacaktı
Söylenecek bir bahane hep vardır
Ha bugün yalnız
Ha günün ötesi
Seni sevmek
Beni harcamak olmayacaktı

Sana yüklediğim anlamları
Senmişsin gibi düşünme
Aldanırsın.
Sen o anlamlarla
Sadece bende varsın

Ben seviyorsam
Sen bahanesin...

Özer Bal


*Var olanın üzerine yüklediklerimiz mi yanıltıyor bizi en çok? Var olanın ötesine taşıyıp da yeniden ve daha farklı var ettiklerimiz mi çatışıyor aslolanla? Aşk ilk geldiği gibi kalsa içimizde, olduğumuz yerden olanı görerek ve kabul ederek yaşansa daha mı farklı ve en önemlisi daha mı sonsuz olur? Bilemedim...


Görsel: Deviantart

BALONLAR

2.09.2009
Küçük, renkli bir paket tutuyor kendi kadar ufak ellerinin içinde. Öyle mutlu bir ifade var ki yüzünde ister istemez etrafındaki herkesin meraklı bakışları toplanıyor üzerinde. Ama ne başkaları, ne de dünya onun umurunda değil, elindeki paketten başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Sadece arada sırada yanında ablası olduğunu sandığım en az kendisi kadar küçük bir kıza mutlulukla dolu birkaç kelime fısıldayıp kocaman gülümsüyor.

Nihayet kasa önündeki uzun bekleyiş bitiyor ve sıra onlara geliyor. Büyük bir heyecanla önce o, elindeki küçük paketi uzatıyor kasiyere, sonra da ablası olduğunu düşündüğüm küçük kız içinde 5-6 ekmek olan poşeti. Kasiyer “paranız var mı bakalım bugün” diye sorduğunda ikiside ellerini ceplerine sokup bir sürü bozuk para çıkartıyor ve koyuyorlar kasanın önüne. Önce renkli paket sonra da ekmekler geçiyor kasadan ve hesap tamamlanıyor. Renkli paket kısa bir ayrılığın ardından tekrar o küçük ellere kavuşuyor, o küçük eller de eskisinden daha büyük bir mutluluk ve artık sahip olmanın verdiği bir güvenle o pakete.

Benim şaşkın bakışlarımı gören kasiyer “sadece birkaç balon” diyor, “1 haftadır her gün buraya geliyor, o balonları alıyor ve her seferinde parası yetmediği için geri bırakıyor. Nihayet bugün alabildi.”

Bir çocuğun ısrarı, her türlü olumsuzluğa rağmen inadı, isteği, hevesi ve amacına ulaştığında yaşadığı mutluluk ve keyfin en canlı hali yaşanıyor gözlerimin önünde. Muhtemelen kısa bir süre içersinde patlayıp yok olacak ve kimbilir hangi şartların zorlanmasıyla alınan birkaç balonun bir çocuğun hayatına kattığı anlam ve mutluluk...Ve bizlerin büyük hevesler peşinde kendimizi kaybettiğimiz, sonuçsuz yolculuklar yapmaktan küçücük mutlulukları çoğu zaman görmezden geldiğimiz, es geçtiğimiz zamanlar...Bir çocuktan öğrenebileceğimiz ne kadar da çok şey var diye geçiriyorum içimden.

Küçücük bir çocuk birkaç balonla çıkıp gidiyor marketin kapısından, ardında kocaman bir mutluluk bırakarak. Bense kocaman dünyamda küçücük kalıyorum en son kimbilir ne zaman böylesine içten, böylesine karşılıksız mutlu olduğumu hatırlamaya çalışarak...


Görsel: Deviantart