Pages

YENİ BİR BAŞLANGIÇ

29.12.2008
Hayat ikinci el elbiseler satan dükkanların tezgahına düşmüş sanki. Defolu. Hayat üzerimde eğreti duran bir elbise. O mu benim üzerimden dökülüyor. Yoksa ben mi sığamamışım içine bilmiyorum. İğne iplikler yetmiyor dikmeye. Gün ve gün sökülmekte. İpin ucu kaçmış ya bir kere. Yama tutmuyor.

Aynanın karşısına geçiyorum. Her zamanki saatlerimin dışındayım bu gün. Acele yok. Zaman durgun. Akreple yelkovan sessizce beni izliyor.

Soyunuyorum. Çırılçıplak. Çıkarıyorum üzerimden bana büyük gelen ya da benim küçük kaldığım hayatı. Naftalinliyorum katlıyorum bir güzel. Atmaya kıyamadıklarımın yanına yerleştiriyorum güzelce. Dolabın bir köşesinden kıyılıp da atılan hayallerim bakıyor.

Kendimi giyiniyorum dikkatlice. Üzerime tam oturuyor. Şimdi hayat “ben”im işte. Hayat benim üzerimde...Omzuma bulutlardan bir şal atıyorum her ihtimale karşın. Dışarıda eskilerden kalma bir kış serinliği. Çantamı hazırlıyorum. İçinde iğne iplik, bozuk para, çocuk ruhum, gazoz kapakları...

Gökyüzünü sürünüyorum yüzüme makyaj yerine. Gözlerimin rengi çıkıyor ortaya. Beğeniyorum. Kendi gözlerimi kıskanıyorum kendimden. Gülüyorum. Kulaklarımda kuşlu küpelerim var. Güneyden yeni gelmişler daha. Gelip de kulağıma konmuşlar. Söyleniyorlar inceden. Kulağımda aşk nakaratları.

Kararlıyım bu sefer. Şimdi herşeye yeniden başlamam lazım biliyorum. Hangi durakta indiysem yola devam etmem lazım. İçimdeki kışa inat bahara kanmam lazım. Kaçarım yok artık. Hesabım tam.

Son bir kez daha sorguluyorum aynadaki güzelliğimi. Beğeniyorum. Güzel oldum galiba ben. Yakıştım kendime. Nasıl da gözlerimin rengine uydum. Bu sefer hayat üzerime tam oturuyor. Bedenimin tüm kıvrımlarını çıkarttı gözler önüne...İçimin yangınları, uçsuz hayallerim, bucaksız hayal kırıklıkları...İçimin astarı olmuş hayat. Nasıl da açtı bu renk , bu kesim beni. Suskun dilim konuşmaya hasret. Çözülmek istiyor.

Saatime bakıyorum. O da bana dalmış akıp gidiyor. Güzelliğime çarpıldı belli. Göz kırpıyor bana hadi geç kalma demek istercesine. Gitmem gerek artık.

Mevsimi gelmiş. Bahara davetliyim bugün. Dönüşüm şerefine bir parti düzenlemiş. Üstelik kavalye de aranmıyor.

Yola çıkıyorum. Bütün bakışlar benim üzerimde. Farkındayım. Ama ben yine de başka kızların kıyafetlerini kıskanıyorum arsızca. Şeytana uyup makaslar alıyorum yakışıklı çocukların yanaklarından. Çocuklar şeytana, şeytan bana hayran kalıyor.

Elimdeki adres tanıdık geliyor. Yüreğinin sesini dinle diyor sokak Umudun rengine bırak adımlarını. Hayallerinin caddesinden geç. Apartman rengi mavi. No dört. Daire yedi.

Kapıya geliyorum. İçeriden sesler geliyor belli belirsiz. Panikliyorum. Yine geç mi kaldım yoksa. Ya bensiz başladıysa her şey. Ya birkaç mevsim sonraya ertelenirse yaşanacak tüm öyküler. Yoo daha fazla bekleyemem. Dayanamam. Mecalim yok artık. Bu iş burada biter.

Elim zile varmadan kapı açılıyor. Göz kamaştıran bir ışık var karşımda. Öyle ki ben sönük kalıyorum. İçeri alıyor bahar beni. Sıcaklığı içimi ısıtıyor. Kıştan kalan son buzlar da eriyip gidiyor içimden.

Kollarını açıyor iki yanına. Tam zamanı, diyor. “Herşey yeni başladı. Ve çok da güzel olacak.” Yüzünde sıcacık bir tebessüm. Ve gelmiş –gelebilmiş- olmamın verdiği memnuniyet. Ilık bir nefes ve tatlı bir sesle fısıldıyor sonra kulağıma;

Hoşgeldin küçüğüm...”

*Yine, yeni, yeniden başlangıçlar adına herkese iyi yıllar...

Görsel buradan alınmıştır.

AFRİKA'DA YAŞ 34, YOLUN YARISI!

26.12.2008
Bilimin insan ömrünü uzatmaya yönelik sağlıklı beslenmeden genetik kodlamaya kadar çok çeşitli aşamalarda devam eden ve sonu gelmeyen araştırmalarına karşın bugün okuduğum bir haber dehşete düşürüyor beni. Sınır Tanımayan Doktorlar Grubu’nun (MSF) yayınladığı kriz listesinde 2008’in payına düşen “En Büyük 10 İnsani Kriz” başlığı altında; ekonomik çöküşün yaşandığı Zimbabve’de ortalama insan ömrünün 34 yıla kadar düştüğü bilgisi verilmiş. Bilimin onca uzatma çabasına(!) rağmen kısalan, kısaltılan, kısalttığımız insan ömrü...

MSF yani Sınır Tanımayan Doktorlar Grubu dünya genelinde pek çok ülkede zor durumdaki kişilere acil tıbbi yardım sağlayan bir örgüt. Şu anda yaklaşık 70 ülkede görev yapmakta olan örgüt gerek basının gerekse tüm dünyanın yeterli duyarlılığı göstermediğini düşündüğü, sadece acil ve temel ihtiyaçları değil kendileri de “yok sayılan” milyonlarca insanın içinde bulunduğu duruma dikkat çekmek amacıyla önem sırası belirlemeksizin her sene bir liste yayınlamakta. 1998’den beri yayınlanan bu “insani kriz” listesinde bu sene yani 2008’de ilk sıralarda ekonomik çöküşün insan ömrünü 34 yıla düşürdüğü Zimbabve ile birlikte sağlık sisteminin çökmesiyle her on kadından birinin doğum yaparken, her beş çocuktan birinin ise daha beş yaşını doldurmadan hayatını kaybettiği Somali, hükümet ile çeşitli silahlı grupların çatışmaları nedeniyle evlerinden ve yaşamsal haklarından olan sivil halkıyla Demoktarik Kongo Cumhuriyeti ve 130bin kişinin ölümü ve kaybolmasına neden olan Nergis kasırgası felaketinin yanısıra AIDS, sıtma ve verem gibi hastalıkların askeri cunta tarafından görmezden gelindiği Myanmar yer alıyor.

Liste dünya genelinde 5 milyon çocuğun hayatını kaybetmesine yol açan yetersiz beslenmeden, Pakistan’ın aşiret bölgelerindeki çatışmalara kadar daha pek çok önemli “insani” ayrıntıyı da içermekle birlikte saldırıya uğrayan yardım kuruluşlarına da dikkat çekerek, insani çabanın ve yardım dağıtımının siyasileştirilmesi nedeniyle hedefine ulaşamadığının da altını çiziyor.

Bu haberi okuduktan sonra teknolojinin, bilimin, insanlık adına; insanın yaşam süresini uzatmaktan günlük yaşam koşullarını kolaylaştırmaya kadar yaptığı, yapacağı çalışmaların ne kadar anlamı olduğu üzerine düşünüyorum ister istemez. Uzatmaya çalışırken kendi ellerimizle sonlandırdığımız hayatlar, daha iyi koşullar sunmayı amaçlarken temel haklarını ellerinden alıp görmezden geldiğimiz yaşamlar, çoğaltırken eksilttiklerimiz, doldurmaya çalışırken boşalttıklarımız, yok saydıklarımız, görmezden geldiklerimiz, ses etmediklerimiz...

“...teknoloji düşmanı sayılmazdım ama insan hayatını kolaylaştırmak için var olduğu söylenen teknoloji, gelişip günlük yaşamın her alanına girdikçe, insanlık daha zavallı, aşk daha imkansız, şiir daha yaralı, sözler daha yetersiz ve tenler daha soğuk olmaya başlıyordu.” diye kelimelere dökmüş yazarın biri benim kafamda kurup da dile dökemediklerimi. İşte sözün yetmediği an sanırım burada başlıyor...


*Haber Kaynağı: cnnturk.com
**Görsel: www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=...
***Alıntı: Uğur Özakıncı-Siyah

BİLİNMEYEN

22.12.2008
Başladığım yere geri döndüm az önce. Öznesi olduğun cümleleri doldurup da bavula, hiç gelmemiş bir treni yolcu ettim yüreğimden. Çekildim içimin en kuytu yerine şimdi, yanıbaşımda yalnızlığım, senden sonra kalan sessizliği dinliyorum.


ben içimin solunda oturuyorum
sağ yanım boşlukta...
sen benim sol yanımdasın
adın yoklukta...

soruyorum şimdi sana;
en çok hangi yanda acır canın,
gidende mi, kalanda mı?
hangi tarafta kalır en çok adın,
susanda mı, soranda mı?
peki hangisinde daha çok varsın
yürekte mi, akılda mı?

giden gider.
sen hep geride kalan mısın,
yoksa koca bir yalan mı?

aşk...
adın bende,
izin yüreğimde.
yokluyorum da şimdi aklımın takvimini
senden yana hep devrik zamanlar kalmış belleğimde.
sözlüklerde bile bir karşılığın var oysa
bir tek onun dilinde olamadı.
bir tek onun yüreğinde yok.



Görsel: loadtr.com

"TAKINTILI" BİR GÜN

20.12.2008
“Kızım yasta mısın sanki, neden sürekli siyah giyinip duruyorsun ki” cümlesinin üzerine gülümseyerek kapıyı çekip çıktı evden. Bu sorunun bilinmeyen bir cevabı yoktu, ama her zaman aynı kelimelerle sorulurdu annesi tarafından. Oysa en iyi annesi biliyordu neredeyse siyahtan başka bir renkte kıyafeti olmadığını...Galiba annelerin hoşlarına gitmeyen durumlar hakkında, cevabı bildikleri halde sık sık dile getirmekten hoşlandıkları el altında bekleyen soruları var” diye düşündü otobüse doğru koştururken.

İnsanları mümkün mertebe bekletmemek gibi bir huyu olduğundan para üstünü alarak hemen arkaya doğru ilerleyip oturdu. Madeni paraları bozuk para çantasına, kağıt paraları da değerine göre sıralayıp, gayet düzgün bir şekilde cüzdanına yerleştirdi. Zaman alıcı bir işti bu ama yırtık, katlanmış, buruş buruş paralara dayanamıyordu ve sırf bu yüzden ceplerine para koymadığı gibi cüzdanını da paraların kıvrılmadan düzgün bir şekilde yerleştirilmesi için büyük seçmişti. Koltuğa iyice yerleştikten sonra mp3’ünü çıkartıp yaklaşık 10 gündür araya başka bir şarkı karıştırıp da tadını bozmadan dinlediği şarkıyı buldu. Mp3’ünde o kadar şarkı olmasına rağmen nasıl her seferinde tek bir parçaya odaklanıp uzun bir süre sadece o şarkıyı dinlediğine, o şarkı üzerine düşünüp, senaryolar kurup, cümleler karalayıp kafasında kendi kliplerini çekebildiğine zaman zaman kendisi de şaşırıyordu ama böyleydi işte...

Otobüsten iner inmez arkadaşıyla buluşacağı cafeye gitti. Her zamanki gibi yine buluşma saatinden çok önce gelmişti. Geç kalmaktansa erken gelmek daha iyidir, diye geçirdi içinden ve uygun bir masaya geçip oturdu. Kahvesini söyleyip kitabını çıkardı çantasından. Siyah bir kitaptı bu ama bir dost eli değmişti üzerine, bir dostun yüreğinden gelmişti, belki de bu yüzden çok sevmişti içindeki öyküleri biraz karamsar oldukları halde. Açıp ilk sayfasında yazılan notu okudu bir kez daha. Kitapların üzerine yazmaktan, yazılmasından hiç hoşlanmazdı aslında, satırların çizilmesinden, kitap kenarlarının kıvrılıp bükülmesinden, sayfaların yırtılmasından...Sırf bu yüzden yanında taşıdığı kırmızı bir defteri vardı; kitap üzerinde beğendiği cümlelerin altını çizmek yada birkaç satır eklemek yerine bu deftere not alırdı. Ama işte bir dost eli değmişti ya bu kitabın sayfalarına, ses etmedi, bu seferki gerçekten farklıydı.

Kitabı açıp yeni bir öyküye başlamaya niyetlendi ama öykünün uzunluğunu görüp, arkadaşının gelme saatini hesaplayınca vazgeçti. Başladığı zaman öykünün sonunu getirmeliydi, yarım bırakmayı, bölümü bitirmeden sayfa arasına ayracı koymayı, bir öykünün ortasından devam etmeyi sevmiyordu. İllaki yeni bir öyküden, bir sonraki bölümden hadi o da olmadı diyelim yeni bir paragraftan başlayacaktı. Sadece bu huyu yüzünden arkadaşları teker teker salonu terk ettiği halde ısrarla sonunu getirdiği filmleri, hiç tarzı olmadığını anladığı ve beğenmediği halde 'mutlaka belleğimde yer edecek bir cümle vardır' inadıyla sonunu getirdiği kitapları düşünerek gülümsedi.

Derken telefonu çaldı, arkadaşıydı arayan ve 7 dakikaya orada olacağını haber veriyordu. 7 dakika mı diye düşündü telefonu kapatır kapatmaz, neden 4 veya 8 değilde 7 dakika acaba? Tek rakamlarla arasında nedenini bilmediği ve işin aslı hiç te merak edip sormadığı bir soğukluk vardı. Çift rakamları seviyordu o. Rakamlarla ifade etmesi gereken olası durumlarda tercihleri hep öyle olmuştu. Ha bir de küçük harf takıntısı vardı ki evlere şenlik. Normal şartlarda eğer mümkün olsa sadece küçük harfleri kullanıcaktı, cümle başlarında bile, ki kendi yaşamsal ve yazınsal alanında bunu yapıyordu zaten. Ama buna rağmen cep telefonundan mesaj atarken asla küçük harf kullanmıyordu ve bunun cevabını da tam olarak bilmiyordu.

İşte geldim, diyerek boynuna atlayan arkadaşının sesiyle toparlandı düşüncelerinden. Arkadaşı daha oturmadan her zamanki gibi masayla ilgili yorum yapmaya başlamıştı bile. “Yahu burası boştu ben de buraya oturdum, illa duvar dibi, cam kenarı ve benzeri yerlerde mi oturman gerek. Ne takıntılı insansın sen yaaa benim gibi biraz rahat olsana” diyerek susturdu arkadaşını kendi söylediğine kendisi de inanmayarak. Ve kendisini takıntılı ama hoş bir sohbetin kollarına bıraktı.


*Sevgili aşk böcükleri serzeniş ve kuzu tarafından mimlenmiştim vakti zamanında. Daha yazamadan üzerine sevgili yalnızlık okulu tarafından da aynı mim’i kafama yemiştim. Evet işte garip, takıntılı huylar mimi ve ben. Öncelikle mimi yollayan arkadaşlardan bu gecikme için özür diliyorum. Sonrasındaysa zaman aşımına uğramış bu mimi kimseye paslamadan burada noktalıyorum.

KELİMELER

15.12.2008
Ağzından çıkanı kulakların duyuyor mu diye soruyorsun bana. Gözlerinde anlayamadığım bir şaşkınlık. Ellerinde ekilmeye geç kalmış endişe tohumları...

Evet duyuyorum. Görüyorum da üstelik. Senin aklına ve yüreğine kabul edemediğin gerçeklerden bahsediyor söz konusu tüm cümlelerim. Sana sunduklarım aklımdakilerin ve yüreğimdekilerin demlenmiş hali...

Aşılmaz bir set gibi duruyorsun önümde şimdi. Ağzımdan çıkan tüm kelimeler sana çarpıp misket gibi dağılıyor yerlere. Gözlerin tıkalı, kulaklarınsa görmüyor. Üzerine basıp geçiyorsun tüm sözlerimin. Yok sayıyorsun. Hiç çaba göstermiyorsun dinlemeye ve anlamaya dair. Ağzımı ve kulaklarımı değil, aklımı ve yüreğimi eziyorsun.

Oysa bir anlasan temiz havaya ihtiyacımız olduğunu. Tıkandık. Dört duvar arasında kısılı kaldık. Pencereleri aralamak yetmiyor artık. Kapıları açmamız, dışarı çıkmamız, yürüyüp uzaklaşmamız lazım. Birbirimizden, kendimizden...

Nefes. Sadece biraz nefes almamız gerek aslında. Ama sen susarak ve susturarak beni, ikimizi de boğuyorsun. Kendinle beraber beni de çekiyorsun en diplere. Tanımsız derinliklere. Işıksız dehlizlere...Kapı arkalarına yığmışsın tüm korkularını. Ben açmaya çalıştıkça her seferinde kilidi değiştirip anahtarı saklıyorsun. Alınmamış anahtarlarla dolu paspasın altı...

Ağzından çıkanı kulakların duyuyor mu diye soruyorsun bana yeniden. Tüm sözlerim havada asılı kalıyor. Duymak istediklerin aralıktan süzülüyor içeriye. İstemediklerini iteleyip elinle kapatıyorsun yine kapıyı. Kilitte dönen anahtarın sesini duyuyorum. Sen çekip gidiyorsun her zamanki gibi. Kalanlar yerlere dökülüyor. Üzerimde kilitli bir kapının ağırlığı...

Eğilip topluyorum kelimelerimi yerden. Aklımda binbir düşünce. Hayat, diyorum belki de böyle birşey işte. Küçük bir çocuğun ağzından dökülen kelimelere benziyor. Sırasız. Öznesi, yüklemi karışmış. Anlamsız gibi geliyor ilk dinlediğinde. Ama ne söylediği, ne istediği belli aslında. Sadece yürekten dinlemek ve anlamak lazım.


Görsel: img93.imageshack.us/.../dilevekelimelerqh6.jpg

KARDEŞİME...BÜYÜMEYE DAİR...

11.12.2008
Hangi arada oldu anlamazsın. Sen küçükken yanıbaşından ayrılmadığını düşündüğün zaman, koşar adım gider olur artık yanından. Tanımaz olur, eski günleri anmaz olur, yanlış bir adrese gelmiş de acelesi varmış gibi yüzüne bakmaz olur bir anda. Hiç beklemeden, hiç dinlemeden seni. Neleri alıp senden, neleri geride bıraktığını bilmeden. Sen sadece bakakalırsın ardından, elinde neye niyet neye kısmet düşlerin…

Çocukken hep hayalini kurduğun, kavuştuğunda en büyük hayal kırıklığın olur çoğunlukla…Aklının ermediği, yüreğinin yetmediği bir yaşamın içersindedir artık. Nereye vardığını tam olarak kestiremediğin bir koşuşturmacanın peşinde. Adımların ayak uydurmaya çalıştıkça hayata, dolanır birbirine. Kimi zaman sendeler, kimi zaman düşersin. Ve düştüğünde diz kapakların değil, yüreğindir artık kanayan, yaralanan. Şanslıysan eğer bir dost eli, bir aile sıcaklığı dindirir biraz olsun sızını. Çünkü sen büyüdükçe, etrafındaki kalabalık küçülür de küçülür. Aynı dili konuşamaz olur en yakın bildiklerin, aynı gözle bakmaz olur hatta artık sana kendi gözlerin. Daha da yalnızlaşır insan. Daha da tek başınasındır artık. Bilirsin…

Büyümek böyle bir şey işte kardeşim. Zaman sınırı olmayan oyunlardan çıkıverip de ansızın, hayatın tam orta yerinde buluvermek kendini. Bir bıçak kesiği gibi, her açılan yarada bir parçanı bırakırken, acıyarak, kanayarak, kabuk bağlayarak anlamak ve öğrenmek yeniden. Kendine nefes aldığın her an için iyi-kötü yeni bir şeyler ekleyebilmek…

Bugün bir sene daha eklendi takvimlerden sana. Bir yaş daha büyümüş oldun. Sen yine de her sabah aynada artık kendine bile yabancı gelmeye başlayan gözlerine inatla, hayatın tam içine bakmayı sürdür. Her gün seni biraz daha şaşırtan gerçeklere rağmen, içindeki çocuğu sakınmaya çalış elinden geldiğince. Sen büyü ama bırak o hep çocuk kalsın…

Ve unutma sakın; hayatın aslı sadece sende. Senin içinde. Bu hayatta sen gerçeklerinle varsın belki. Ama düşlerin kadar, düşlerinle yaşarsın…

Nice mutlu yıllara kardeşim…
İyi ki doğdun…
İyi ki varsın…

KURULU SAAT

2.12.2008
Bir yelkovanın telaşında akıp gidiyor yaşam. Aynada kendi suretim. Suretimde başka başka hayatlar. Eski bir fotoğrafa bakar gibi bakıyorum kendime şu an durduğum yerden. Tarihim yok. Kimliğim belirsiz. Bilinmeyen bir zamanda sıkışıp kalmışlığım. İçimde yer etmiş bir sıkıntının izlerinde her seferinde önce kendimi bulup, sonra yeniden kaybediyorum.

Bir akrebin zehirinde eksilip gidiyor yaşam. Her gün başka bir parçamı bırakıyorum ardımda. İçimde kalanlar, düşlerimdeki zamanlar, çalamadığım kapılar üşüşüyor belleğime. Üzerimdeki açıkları kapatıyorum son bir telaş. Dikiyorum yaralarımı. Ruhumdaki deliklere gücüm yetmiyor. İçimdeki boşluk anlaşılmasın diye her seferinde en güzel elbiselerimi giyip, en renkli makyajımı yapıyorum.

Ben zaman yoksunu kurulmuş saat. Bir yanılsamanın içersinde, tanımı olmayan bir öfkeyi taşıyorum. Her seferinde yineleyip kendimi iklimsiz mevsimleri yaşıyorum sil baştan. Yüreğimin sarkacı aklımın çıkmazlarında...Her salınışında kendi kendimin önce celladı, sonra kurbanı oluyorum.


Resim: img396.imageshack.us/img396/8392/zamanmu2.jpg

TEK BİR CÜMLE, KOCA BİR DÜNYA

1.12.2008
Varolan kitaplığım dışında annemin tüm söylenmelerine karşın yatağımın başında oluşturduğum küçük çaplı bir başka kitaplığın üzerinden ilk kitabı çekip alıyorum. Latife Tekin, Unutma Bahçesi...

Bu kitap ilk olarak ismiyle dikkatimi çekmişti ama rastgele açıp da okuduğum tek bir cümle sayesinde alıp okumuştum. Hani bazen tek bir söz, bakış, dokunuş yeter ya, içinde koca bir dünya saklıdır aslında, bana da tek bir cümle yetmişti işte bu kitapla aramda tarifi olmayan güçlü bir bağ kurmaya...

Ne tesadüf ki şimdi de ilk olarak sevgili voodoo girl’ün sayfasında rastladığım, sevgili Nily’in de sihirli değneğiyle dört bir yana dağıtıp yaydığını gördüğüm, bana göre gelmiş geçmiş en güzel mim olan bu oyun için yine tek bir cümle yazmam gerekiyor. İşte 56. sayfadaki içinde koca bir dünyanın saklı olduğu 5. cümle...

“Unuttuğum şeylerin üzüntüsünü pek duymam artık ama yorgunluğunu hissettiğim olur”

Unutmakla ya da benim lügatımdaki karşılığı olan ‘unutmuş gibi yapmakla’ ilgili söylenebilecek o kadar çok şey var ki...Ama ben tek bir cümlenin içine sığmış olan bu koca dünya üzerine başka bir söz söylemek istemiyorum. En azından şimdilik...

Bu mim bir oyun gibi. İsteyen herkes oynayabilir, kimseye paslanmıyor. Tek yapmanız gereken;

*Kendinize en yakın kitabı almak
*Sayfa 56’yı açmak
*5.cümleyi bulmak
*Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlamak
*En sevdiğiniz, en moda veya en entellektüel kitabı seçmeyip, en yakınınızdakini almak...

İşte kurallar bu kadar. Peki ya sizin tek cümledeki koca dünyanız hangisi...